“Şol gökleri kaldıranın,
Donatarak dolduranın,
“Ol” deyince olduranın
Doksandokuz adı ile”
kardeşim mehmet güneşin izniyle
ONLAR: MAZLUM VE MAHZUN BİR NESİL OLAN ”BİZİM ÇOCUKLAR”
Hayatlarını dâvâları için sebil ettiler… Tarihteki isimsiz kahramanları temsil ettiler… İnançlarına bağlı, Tûran illerine sevdalıydılar… “Türkiye” denince kalpleri bir başka çarpardı… Yüreklerinde hep vatan ve bayrak aşkı vardı… Türk’e muhabbeti İslam’a hürmet bildiler… Gönül mimarlarının rahlesinde gerçek aşkı buldular… Ve her zaman “Ülkü denen nazlı gelin”e sâdık kaldılar…
Onlar; “Gayesiz bir hayatın, manâsız bir kelimeden ne farkı vardır” düşüncesiyle, hayatlarını İ’lây-ı Kelimetullah davasına adayan, “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın” diyerek “Bir hilâl uğruna” gurûb eden güneşlerdi… “Hubb-ül vatan minel îman” (Vatan sevgisi imandandır) diye buyuran İki Cihan Serveri’nin mukaddes dâvâsının karasevdalısıydılar… Onlar, “Vatanımın ha ekmeğini yemişim, ha uğrunda kurşun” diyerek; vatana can, bayrağa kan veren muzdarip bahtiyarlardı….
Onlar; inandıkları dâvâ için şehâdet şerbetini içtiler… “Yaslı, yaralı Türklerin” bağımsızlıklarına kavuşmalarını göremeseler de, onların hayallerinde “Esir Türk illerinin hürriyet mücadelesi” çok önceden neticelenmiş, “Güzel Türkistan senge ne oldu” diye haykırırlarken bile mübârek Gök bayrak çoktan zafer burçlarına çekilmiş, Kafkaslardan esen yellerle Karadeniz çırpınırken “Yeni bir Türk Asrı”nın doğacağına gönülden inanmışlardı…
Onlar; hayatlarını Hakk’a göre tanzim eden, muhabbetleri de, nefretleri de Türk-İslâm Ülküsü’ne göre şekillenen Alp-Erenlerdi… Süflî sevdâlar onların gönlünde aslâ yer bulamadı… Basit dünyevî hesaplar ve menfaatler için ideallerini rafa kaldırmadılar… Kalbini ve beynini hiç bir zaman midelerinin emrine vermediler… Onlar; “Nefsini yularla güdenlerdendi”, yularını nefsinin eline verenlerden olmadılar… Allah’a hakkıyla kul oldukları için, kula kulluk etmediler… Onlar, “ Şerefle kaybedilen dâvânın üzüntüsü bir gün sürer, şerefsizce kazanılan makam ve mevkinin zilleti bir ömür boyu devam eder” diyen koç yiğitlerdi…
Onlar Türk-İslam dâvâsı için taş oldular, gözlerde yaş oldular, çileyle gardaş oldular, ama alçaklarla asla yoldaş olmadılar… “Galiba hilkat, onların kumaşını bayrakların kumaşıyla birlikte dokumuş, hamurlarını Allah’a adanan kınalı kurbanlık koçların hamuruyla yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve feragatin imbiğinden geçirmişti; onun için “maznun” iken de, “mahpus” iken de, “mağdur” iken de hep güzel kaldılar…”
Onlar; yiğitliklerinin bedelini canlarıyla ödeyip, kendi tarihlerini kanlarıyla yazan, bir kaç damla gözyaşına okyanusları sığdıran, “Yiğit bir kere ölür, korkak bin kere” diyerek ölümle dost olmuş gönül erleriydiler… Onlar, çelik bilekliydiler, çatal yürekliydiler, mertlik sembolüydüler, gani gönüllüydüler… Onlar, mübârek ecdâdımız Yavuz Sultan Selim Han gibi “Cesâret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık da ölüme götürür” diyen ve akıncılar çağından günümüze kalan son Osmanlıydılar….
Onlar; urganlı şafaklardan nurlu basamaklara mütebessim bakışlarla yol bulup, âhirete gülümseyip giderken bizleri ağlatan, ruhlarındaki sükûneti yüzlerine yansıtan, hayatlarını hesap günü kazançlı çıkmak için tanzim eden, dünyevî kazanç ve kayıpları önemsemeyen, Cenâb-ı Hakk’ın ve Kainatın Solmayan Gülü’nün sevdasıyla son yolculuklarına “Bir gül bahçesine girercesine” çıkan yiğitlik âbidesiydiler…
Onlar; aynı yağmurda ıslandığımız, aynı sevgiden beslendiğimiz, aynı duygularla seslendiğimiz, aynı mâziye yaslandığımız, aynı karda kışta, soğukta şehit omuzladığımız, aynı acıları ve sevinçleri paylaştığımız, gençliğini yaşamadan ihtiyar olan, ama sistemin adamı olmayan, inandığı gibi yaşamayı refah içinde yaşamaya tercih eden; çileyle, işkenceyle, zulümle, kanla canla, zindanla imtihana çekilen ve “alnında namus lekesi” taşımayan dâvâ adamıydılar…
Onlar; yüreğimizin en mutena köşelerine oturttuğumuz, bâzen tarifsiz bir heyecan içinde, bâzen âh ederek, bâzen de kalbimize derin bir hüzün çökerek yâdettiğimiz, dokunaklı hatıraları gönlümüze dokundukça ağlamaklı olduğumuz, anılarımızın, gençlik yıllarımızın, uykusuz gecelerimizin, fikir çilemizin, kutsî ideallerimizin, en güzel hayallerimizin ortağı olan, dünyevi gailelerden âzâde, ferâgat ve fedakarlıkta zirveyi tutmuş, bencilliğe, ihtirasa, şöhrete ve servete meyletmeyen mahzun ve mağdur bir nesildi…
Onlar; “…bir ekmeği bölüşen, bir battaniyeyi, bir endişeyi, bir ümidi paylaşan, ölümle hayat arasındaki ince çizgide hayatla veya ölümle cilveleşen…” yiğitlerdi…
İ’lây-ı Kelimetullah Ülküsü’nü savundukları için, sistemin hâkimlerinin hâdimleri olmadıkları için, çizmeyi aşıp “çok oldukları” için mimlendiler, zulme uğradılar, haklarında îdam kararları verildi… Onlar; mevcut sisteme alternatif olacak “gölgesiz ve lekesiz bir adalet nizâmı” savunurken, köhnemiş bir düzene çekidüzen vermenin ya da düzenin bir parçası olmanın düzenbazlık olduğunu çok iyi bilecek ferâset ve basîret sahibiydiler.. Bu sebeple egemen irâdenin “tehdit sıralamasında” her zaman “tehlikeli” sayıldılar…
Onlar; hançeremizi yırtarcasına söylediğimiz kahramanlık türküleriyle ve mehter marşlarıyla coştuğumuz, Kerkük’te Ata Hayrullah, Azerbaycan’da Şehriyâr, Kırım da Mustafa Cemiloğlu, Doğu Türkistan’da Osman Batur olduğumuz, kimi zaman Çin sarayını basan Kürşad’la, kimi zaman Ötüken’deki yiğitler yiğidi Oğuz Han’la, kimi zaman Malazgirt Meydanı’nda Alpaslan’la, kimi zaman İstanbul surlarında Ulubatlı Hasan’la, Çaldıran’da Yavuz Sultan Selim Han’la, Mohaç’ta, Kanuni Sultan Süleyman’la, Bağdat’ta Genç Osman’la, Tuna boylarında akıncı beyleriyle özdeşleştiğimiz ve Türk tarihini ruhumuzda yeniden yaşattığımız serdengeçtilerdi…
“Onlar” ki; bir 12 Eylül’de “Vurguncu Düzen’in işbirlikçileri” tarafından yüreklerinden vurulan, “vatanı ve milleti çok sevmenin hesabı” akıl almaz işkencelerle sorulan, Mamak’taki C-5’lerde çarmıha gerilen, yargılanmadan haklarında îdam kararları verilen, , hâlâ gözbebeklerinde “Ay-Yıldızlı bir sevdâ”nın coşkusu ve heyecanı bütün renkleriyle görülen vefâkâr ve cefâkâr insanlardı… Ve “Onlar”; kimsesizliğin, çâresizliğin ve yapayalnızlığın her çeşidini yaşamışlar; ezânın, cefânın ve çilenin her türlüsünü yudumlamışlar; fakat hepsinden daha çok, “vatandaki gurbet”ten ıstırap duymuşlardı…
Onlar; Efendimiz’in “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadîsini serlevha ettikleri için zulme ve haksızlığa rıza göstermediler… “Mazlumlara karşı izzetli ve merhametli, zâlimlere karşı da onurlu ve kuvvetli” oldular… “Kadife eldiven içindeki çelik yumruk” diye târif edildiler…
Onların, gayri meşrû edinilmiş malları, haram üzerine binâ edilmiş mülkleri ve alınteri değmemiş bol sıfırlı banka hesapları yoktu ama, dünya nizâmını tesis etmek gibi bir ülküleri, Turan denen mukaddes mefkûreleri ve Türk Milleti’ni “Ufukların Efendisi” yapacak Kızılelmaları vardı…
Onlar; Allah’tan başkasına minnet etmediler… Eylül’deki hüznü, çileyi, yalnızlığı ve ihaneti yaşadılar, fakat inançlarını ve ideallerini kat’iyyen inkâr etmediler… Onlar; beşerî ihtiraslar ve dünyevî menfaatler için başkalaşım geçirmediler… Onlar; mâlum odaklara şirin gözükmek ve menhûs mahfillere yaranmak adına mefkûrelerine gölge düşürmediler, îtibarlarını zedeletmediler… Onlar; mevsimlik idealist, sentetik milliyetçi, seyyar kıbleli muhafazakâr ve fason dâvâ adamı olmadılar…
Onlar; fikir, şuur ve hareket birlikteliğinin idrâkini yaşarken, önce “adam” sonra “dâvâ adamı” olan, ne adamlığını ne de dâvâsını kaybetmeyen Eylül darbesi yemiş destan kahramanlarıydı…
Onlar, birilerinin müsaade ettiği kadar milliyetçilik yapmayı, zinde güçlerin izin verdikleri nispette inançlı olmayı kabul etmeyen; kalemi, kelâmı ve selâmı Kıble’ye dönük olan, gönlü Türk Dünyası’nı kucaklayan, kalbi Türkiye için çarpan Alperenlerdi…
Onlar; resmi bir paragrafta nesne olmaktansa, sivil bir cümlede özne olmayı tercih eden, inandıkları yolda dimdik yürüyen, kırılmayı göze alan, fakat hiç bir zaman bükülmeyen yiğitlik âbideleriydi…
Onlar; şehadet şerbetini tereddütsüz içen yiğitlerdi…
Onlar, alnı ak, sevdâsı Hakk olan güzel insanlardı…
Onlar, “Kevser akan, “Gül” kokan” kahramanlardı…
Onlar, “Türk Dünyası”na sevdâlı gönüllerdi…
Onlar, “Eylül’ün Kırdığı Gül”lerdi…
Onlar, Türk’ün yürek sesiydi…
Onlar, Türkiye’nin beşik kertmesiydi…
Onlar, idealizmin son efsânesiydi…
Onlar, Anadolu’nun alın teriydi…
Onlar, “Bu Ülke”nin “yerli”leriydi…
Onlar, bize “Eylül”den değil, “Ocak”tan yâdigârdı…
Onlar, “Bizim çocuklar”dı
YORUMLAR