14 Haziran 1958’de Adnan Menderes şunları söylemiştir:
‘’Biz milli menfaatlerimizi Kıbrıs’ta müdafaa edemeyecek olursak anavatanın, hacet hininde müdafaasında tekasül göstermek gibi bir vaziyete düşeriz. Misak-ı Milli’nin dışında dahi Türk vatanı ve Türk menfaatleri müdafaa edilmektedir.Kıbrıs’ın büyük manası budur.’’
1958’den iki yıl sonra anlaşmalar ile Kıbrıs ortak Cumhuriyeti kurulmuş ve Türk bayrağı tekrar Kıbrıs’a geri dönmüştür. 1963’de ise Yunanistan Başbakan’ı Karamanlis seçim kaybedip Fransa’ya yerleşmiş, yine Aralık ayında Türkiye’de hükümet krizi patlamış ve İnönü bir azınlık hükümeti kurmaya mecbur kalmıştır.
Böyle sıkıntılı bir dönemde ortamı uygun bulan Makarios, 21 Aralık’ta Kıbrıslı Rumları, Kıbrıslı Türklere karşı kışkırtarak katliamı başlatmıştır. Bu katliam devam ederken Türkiye harekete geçmemiş, 20-25 bin Kıbrıslı Türk çadırlarda yaşamak zorunda kalmış, evlerini, geçim kaynaklarını Rum’lara bırakıp kaçmak zorunda kalmışlardır. Ardından Londra’da beşli konferans (İngiltere, Türkiye, Yunanistan, Kıbrıslı Türkler, Makarios) düzenlense de bu konferanstan sonuç alınamamış, Makarios’un da isteği doğrultusunda sorun Birleşmiş Milletlere taşınmıştır. Amaç yine bugün Libya örneğinde olduğu gibi adaya barış gücü gönderilmesidir. Bunun en büyük sebeplerinden biri de Garanti anlaşmasına göre Ankara ‘nın Kıbrıs’a asker gönderememesi ve görevini yerine getirememesidir.
4 Mart 1964’de BM karar çıkarır ancak Ada’ya Barış Gücünü gönderebilmesi için, Kıbrıs’ın meşru hükümetinden izin alması gerekmedir. Bunun anlamı da Makarios hükümetinin meşruluğunu kabul etmesidir. O günden bugüne Rum’ların yönetimi yasal, KKTC ise azınlık konumundadır.
Bugün Kıbrıs’lı Rum’ların sondaj çalışmaları yapması ve KKTC’li Türk’lerin de bundan payı olduğunu söylemesi ancak payların dağıtımını yine adanın temsilcisi olarak Rum’ların belirleyecek olması 1964’teki durumdan farksız gibi. Dolayısıyla Kıbrıs’lı Türkler de en az Rumlar kadar bu hakka sahip olduklarını düşünüp, hakların beraberce değerlendirilmesi gerektiği savunuyorlar. 1964’ten farklı olarak bu sefer Ankara Piri Reis’i ortaya çıkarıyor ve Kıbrıs’ın arkasında olduğunu gösteriyor. Fakat bu durum Türkiye’yi siyasi açıdan haklı, hukuksal düzlemde haksız konuma düşürüyor. Rusya’nın Rum’ları desteklemesi, AB ve Amerika’nın sondajın Rum yönetimi hakkına girdiğini söylemeleri de bunun boyutunu ortaya koyuyor.
Akdeniz’deki kaynaklar bu denli zengin ise, çevre ülkeler ve Türkiye için yeni kazançlar sağlayabilir. Türkiye bölgedeki özgüveninden ziyade hukuksal işbirliğine önem verip, uluslar arası hukuku yanına almalıdır. Keza, 1964’den bu yana Kıbrıs sorunu hukuksal bir sorun olmuş, öyle de olmaya devam edecektir.